Her şeyin hızlandığı bir çağda yaşıyoruz. Cümleler kısalıyor, dikkat dağınıklığı artıyor, anlatılar daha çabuk tüketiliyor. Ama işte tam da bu çağda, kısa filmler bana hâlâ nefes alacak bir alan sunuyor. Birkaç dakikalık bir anlatının içinden, dakikalarca düşünecek bir şeyler çıkıyor.
Kısa filmlerle ilk tanıştığımda, "Bu kadar kısa sürede ne anlatılabilir ki?" diye sormuştum kendime. Ama sonra gördüm ki bazen tek bir bakış, tek bir kelime, hatta yalnızca bir duraksama; koca bir öyküyü içinde taşıyabiliyor. Zamanın kısalığı değil, duygunun yoğunluğu belirliyor anlatının gücünü.
Bazen öyle filmler izliyorum ki; bir mekân, birkaç cümle, sessizlik… Ama etkisi günlerce sürüyor. Uzun uzun anlatmak yerine; derdini doğrudan, dolambaçsız söyleyen işler. Bazen bir soru bırakıyor zihnime, bazen cevabını bildiğim ama duymak istemediğim bir gerçeği.
Kısa film izlemek bana şu hissi veriyor: Hayatın içinden küçük bir sahneye misafir oluyorum. Ne fazlası var ne eksiği. Gerçekliğin ta kendisi. Tüm o büyük sinema gösterilerinin dışında, daha dürüst, daha çıplak bir anlatım.
Belki de bu yüzden kısa filmleri seviyorum. Onlar bir şey satmaya çalışmıyor. Gösterişli değiller ama etkileyiciler. Bir çığlık atmıyorlar ama usulca dokunuyorlar izleyene. Ve bazen en çok da o sessiz dokunuşlar kalıyor akılda. Ve evet, bazen en kısa hikâyeler, en uzun yankıyı bırakıyor bizde. Vesselam...